Mut Gravga Köprüsü, yüzyıllardır dilden dile, nesilden nesile aktarılan bir efsaneyle anılır. Bu efsane, köprünün sadece iki yakayı birleştiren taş ve harç yığını olmadığını, aynı zamanda aşkın, azmin ve Göksu Vadisi'nin büyülü dokunuşunun bir sembolü olduğunu fısıldar.
Efsaneye göre, köprünün ilk planlanan yeri, bugünkü konumundan birkaç kilometre aşağısındaydı. İnşaat başlamış, temeller atılmıştı. Ancak her gece, Göksu'nun dingin sularının kıyısında bırakılan tüm aletler – çekiçler, kazmalar, kürekler, şaküller, gönyeler, metreler, çırpı ipleri – gizemli bir şekilde kayboluyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla işçiler, aletlerinin her defasında aynı yerde, bugünkü köprünün yükseldiği noktada bulunduğunu görüyordu. Olayın ilk yaşandığı gün hırsızlık şüphesi belirse de, bu gizemli olay günlerce tekrar edince, mimar ve işçilerde bir kuşku, hatta bir hayret duygusu uyandı. Mimar, Göksu'nun fısıltılarını dinler gibi, belki de köprünün kaderinin, aletlerin her defasında bulunduğu bu kutsal noktada yükselmek olduğunu düşündü. Bu "hikmetli" olay, sonunda köprünün yerinin değiştirilmesine ve Göksu'nun kıyısında, bugünkü görkemli konumunda inşa edilmesine karar verilmesine yol açtı. İlk köprünün ayakları, Göksu'nun sularına meydan okurcasına, geçmişin birer sessiz tanığı olarak günümüzde hâlâ durmaktadır.
Ancak bir başka rivayet, bu gizemin ardında bambaşka, yürekleri ısıtan bir neden olduğunu fısıldar. Bu rivayete göre, aletleri her gece taşıyan kişi, genç ve yetenekli mimarın ta kendisiydi. Çünkü Göksu'nun karşı kıyısında, vadinin eteklerinde kurulu bir evde, dünyalar güzeli bir Yörük kızı yaşamaktaydı. Mimar, Göksu'nun berrak sularına yansıyan ay ışığı gibi parlayan gözlerini ilk gördüğü anda, bu kıza tarifsiz bir aşkla tutulmuştu. Onu daha sık görebilmek, Göksu'nun kıyısında, söğüt ağaçlarının gölgesinde hayaller kurabilmek için, aletleri her gece taşıyarak, işçileri ve ustabaşıları köprünün yerini değiştirmeye ikna etmişti. Planı işlemiş, Göksu Vadisi'nin kuş sesleri ve kelebeklerin dansıyla dolu günlerinde, köprünün inşaatı boyunca sevdiğini her gün görme fırsatı bulmuştu. Göksu'nun akıntısı gibi akan zaman, mimarın aşkını daha da derinleştiriyordu.
Köprü yükseldikçe, mimarın aşkı da Göksu gibi coşuyordu. Rivayete göre, köprünün en yüksek noktasına, Göksu Vadisi'ne tepeden bakan o noktaya çıkarak elindeki, Türk mitolojisinde önemli bir yere sahip olan "Yada Taşı"nı Göksu'nun serin sularına atıyor ve kalbinin en derininden, sevdiğine kavuşmak için dilek diliyordu. Göksu Vadisi'nin eteklerinde, verimli topraklarda uzanan çeltik tarlaları, güneşin altında parıldarken, dağlardan inen Anadolu Parsı, dağ keçileri ve geyikler zaman zaman Göksu'nun serin sularında kana kana susuzluklarını gideriyordu. Bu doğal döngünün ortasında, mimarın aşkı da bir mucizeye dönüşüyordu. Sonunda, Göksu kıyısında, çınar ağaçlarının gölgesinde otururken, sevdiği kız yanına geldi. Utangaç ve ürkek bir şekilde, Göksu'nun akıntısı gibi akan duygularının karşılıklı olduğunu belli etti. O günden sonra, Göksu Vadisi'nin gizemli atmosferinde gizlice buluşmaya başladılar ve sonunda, Göksu'nun şahitliğinde evlendiler. Düğünleri, köprünün başında kurulan bir toy ile 40 gün 40 gece sürdü. Mimar, sevdiğiyle birlikte başka diyarlara gitse de, aşklarının hikayesi Gravga Köprüsü ve Göksu Vadisi ile birlikte sonsuza dek yaşamaya devam etti.
Bu iki rivayetin, Göksu'nun doğal güzellikleriyle harmanlanmış birleşimiyle Gravga Köprüsü, sadece bir geçit değil, aynı zamanda aşkın, azmin ve Göksu'nun büyülü dokunuşunun sembolü haline geldi. Efsaneye göre, köprüden Göksu'ya Yada Taşı atarak dilek dileme geleneği de buradan doğmuştur. Sevdiğine kavuşamayanlar, işleri ters gidenler, sağlık sorunları yaşayanlar, sınavda başarı isteyen öğrenciler... Göksu'nun dingin sularına bakarak, kalplerinden geçen en derin dileklerini dileyerek Yada Taşı'nı sulara bırakır. Gravga Köprüsü, böylece yüzyıllardır bir "Aşk Köprüsü" olarak, Göksu Vadisi'nin kalbinde, aşkın ve umudun sembolü olarak anılmaya devam eder.
Her ikisi de çok güzel rivayet Güzel bir yorum yüreğine sağlık